Orhan Kemal

30 Ağustos 2008

Çocuklar

"Pekiyi" ile bitirdiği için, beybabasının üç gün önce satın aldığı pırıl pırıl bisikletinin üzerinde kendini pilot ya da "Gökler Hâkimi Gordon" sanarak, anacaddede yıldırım gibi gidiyordu. Nereye? Hiiç. Gidiyordu işte. Sinirliydi de. Yanlış manevra yapan, duruveren bir taksiye, yoluna çıkıveren dalgın birine, hiç beklenmeyen anda önünden geçiveren şaşkın bir sokak köpeğine kızıyordu. Sonra, beybabasının çokluk dediğince, bu yollar neden boydan boya asfalt değildi? Yerlerinden fırlamış parke taşlan, çukurlar, çukurlarda birikmiş pis sular... "Efendim, belediye yoktu memlekette. Şayet memlekette belediye olsaydı!..
Birden, eli değnekli bir sokak çocuğu. Ezmemek için şaşılacak bir manevra yaptığı hâlde yalınayaklı oğlan, elindeki değnekle arka çamurluğa vurmuştu. Aklı gitti. Bu şehirde belediyenin olup olmadığını unutarak, kuvvetli bir frenle, zınk, durdu. İndi. Çocuğa hınçla baktı. O da kendisi kadardı. Bacağında yamalı, kaba bir uzun pantolon, ayaklan yalın, kirli, tırnaklan kara kara, uzun uzun.
"Ezmedim diye mi vurdun bisikletime?"

"Ezemezdin ki!"

"Manevra yapmasaydı m, görürdün."

Sokak çocuğu, "Boş ver," dedi.

"Bana bak!"
Sokuldu:
"Bakıyorum."

"Fena yaparım ama sonra!"
Az daha sokuldu:
"Ne yaparsın?"

"Ne mi yaparım?"

"Ne yaparsın lan, yap da görelim!"
Bisikletin tekerleğine bir tekme!

Bisikletli için durum ciddiydi. Bisikletini kaldırıma dayayıp yalınayaklı çocuğun yanına geldi. Beyaz kepini sinirli sinirli düzelttikten sonra:
"Benim kim olduğumu biliyor musun?"

"Kim olursan ol!" dedi öteki.

"Kim olduğumu bilsen böyle konuşmazdın!"

"Sen de benim kim olduğumu bilsen böyle konuşamazdın!"

"Senin kim olduğun hiç önemli değil!"

"Asıl senin kim olduğun önemli değil..."

"Beşi pekiyi ile bitirdim ben!"

"Ben de on'u bitirdim!"

"Sen de benim kadarsın, nasıl bitirebilirsin on'u?"

"İnanma oğlum, bitirdim işte."

"Benim beybabamı tanıyor musun, beybabamı?"

"Vız gelir!"

"Beybabamı tanışan böyle konuşmazdın!.."

"Vız gelir tırıs gider lan!"

"Benim beybabam bu ilin en büyük avukatı!"

"Benim beybabam da dünyanın en büyük avukatı!"

"Benim beybabama belediye reisi bile vız gelir! Türkçeci notumu kırmasaydı okulu birincilikle bitirecektim. Hem biz bu yaz İstanbul'a gideceğiz. Orada Galata Kulesi var, biliyor musun? Haminnem orada, halam orada, eniştem..."

"Hadi lan hadi, fiyaka sökme bize. Ben bizim mahalledeki İdris'i bile tuşa getirdim!"

"Ben İdris değilim ama?"

"İdris senin gibi üç tanesini kabak gibi vurur yere!"

"Evet, vurur. Ben vitamin hapları alıyorum, ne haber? Sonra, annem ekmeğime tereyağı sürüyor, reçel sürüyor, rafadan yumurta yiyorum. Küçük halam diyor ki..."
Bisikletliyi elinin tersiyle itti:
"Senin küçük halan da vız gelir!"

"Ne demek istiyorsun?"

"Sen ne demek istiyorsun?"

"Hayır, sen ne demek istediğini söyle!"

"Sen söyle asıl!"

"Sen..."
"..."

"..."
Dövüşe hazır iki horoz gibi sokulmuşlardı birbirlerine. Ufaktan ufaktan bir itişme başladı. Bu arada avukat oğlu karşısındakinin adamakıllı sıkı olduğunu anlayarak, "Benim böyle durduğuma bakma," dedi. "Ben çok kuvvetliyimdir!"

Göğsünden itti. Avukat oğlu az kalsın bisikletinin üstüne yıkılacaktı. Kendini zor toparladı ama, çocuk gerçekten kuvvetliydi, anlamıştı.

"Ayağım takıldı," dedi. "Demek sizin mahalledeki İdris'i tuşa getirdin?"

Sokak çocuğu kabararak:
"Tabii. Bir tuttum, bir savurdum, tamam. Sülman Ağabey e gördü de, aferin, dedi. Sen Sülman Ağabey'i tanır mısın, Sülman Ağabey'i? Sülman Ağabey gibi var mı be? Dedi ki, biraz daha büyü, dedi, seni güreşe çalıştırayım!"

"Sülman Ağabey güreşçi mi?"

"Değil ama, güreşir, herkesi yener!"

"Senin beyban neci?"

"Boş ver. Ama Sülman Ağabey, yahu sen Sülman Ağabcy’i gör de bak. Öyle fiyakalı ki. Kızlar kendiliklerinden tavlanıyorlar!"

"Beybam beni hariciyeci yapacak!"

"O da ne?"

"Elçi yani. Bu yıl ilk'i bitirdim, sonra Orta'yı, daha sonra da liseyle Siyasal Bilgileri... Beybam diyor ki, boyuna Avrupa'da gezersin diyor. İnsan hariciyeci oldu mu bütün dünyayı gezermiş. Paris, New York, Roma, Berlin, Londra... Londra'daki Times Nehri’ni bilir misin sen?"

"Sülman Ağabey bilir!"

"Peki, isterse elçi olabilir mi?"

"Öte bile geçer..."

"Siyasal Bilgileri bitirmiş mi?"

"Ne bileyim yahu? Bizim mahallenin bütün kızları bitiyor ona!"

"Küçük halam bitmez!"

"Bitmez evet, bitmezmiş. Bir görsün de bak!"

"Küçük halamı doktor istedi de boş verdi be!"

"Doktor ne, sen Sülman Ağabey'i gör de bak. Pekos gibi şerefsizim!"

"Pekos mu?"

"Pekos tabii ya. Sizin evin önünden geçsin de küçük halan görsün, boş versin... Ona hiçbir kız boş veremez. Bir Sevim var bizim mahallede, bacakları belim kadar, o bile kaç sefer mektup tutuşturdu elime. Hem de her seferinde bir teklik!"
Yan yana yürüyorlardı. Avukat oğlu gazozcunun önünde durdu:
"Bize iki gazoz ver!"

"Bende mangır yok ama," dedi beriki.

"Bende var."
Gazozları içerlerken avukat oğlunun aklından ciciannesi geçti. İstanbul'daki büyük halasının yanına gitmeden, bir gün, küçük halasından ötürü, "Ah bu kız, ah bu züppe kız," demişti, "Kimi beğenir acaba bu? Koskoca doktoru, banka şefini, fabrika müdürünü beğenmedi. Beğendiği çöpçü olsa vereceğim. Vallahi de vereceğim, billahi de vereceğim!"

Gazozları içmişlerdi, boş şişeleri uzattılar.

Yolda:
"Sülman Ağabey bizim evin önünden geçer mi?"
Unutmuştu. Durdu bir an, baktı hatırladı.
"Halan için mi?"

"Küçük halam için."
* * *

Akşam yemek boyunca, küçük halasının elinden vitamin haplarını içerken hep Sülman Ağabey'i düşündü. Sofradan kalkıldı. Küçük hala elbeziyle elini ağzını silerken, "Sülman Ağabey'i gör de bak!" dedi.
"O da kim?"

"Şerefsizim, Pekos gibi be. Bir çocukla tanıştık bugün, mahallelerindeki İdris'i yere kabak gibi vurmuş. Niye? Sülman Ağabey güreşe çalıştırmış da ondan. Beni de çalıştıracak. Sülman Ağabey gibi var mı? Bütün kızlar kendiliklerinden mektup yolluyorlar ona!"
Küçük hala Aznavur'dan bir parçayı mırıldanarak odadan çıktı.

Üçüncü

Rüzgâr acıydı, sertti, savuruyordu sulusepkeni İstanbul'a. İstanbul, kararmış tahtaları, yıkıldım yıkılacak evleri, birbirini kesmiş ara sokaklarıyla sinmişti. Titriyordu sulusepken, acı rüzgârlar bindirdikçe, İçine kapanmıştı...
Anacadde boydan boya uzanıyordu, tenha. Dolmuşlarla otobüsler sokulmuşlardı titreşerek kovuklarına. Üşüyordu İstanbul, titriyordu. Daha şimdiden zar kadar ince bir buz kaplamıştı eski İstanbul'ları hatırlatan 1963 yılı İstanbul'unun yüzünü. Yıkıldım yıkılacak evlerin karanlık pencereleri korkuyla bakıyorlardı bozuk parkeli, dar sokaklara.
İki kişi titriyordu bu sokaklardan birinin başında. Biri uzun boyluydu, kuruydu, ceketi rehin vermişti Küçükpazar’daki Siirtli’nin kahvesinde. Kirli beyaz gömleğinin üstündeki süveteri gene bir Küçükpazar kahvesindeki altıkollu'da yutmuştu bir başka Siirtliden. Tiftiklenmişti gri süveter, akmıştı yer yer, solmuştu. Gözünü sevdiğimin hapishanesi..." dedi kısa, kalın arkadaşına bakarak. "Bu saatte soba harıl harıl yanar. Geçen yıl bugünler..."
Kısa, kalın arkadaşı duymadı. Duydu duymasına, anlamadı. O da girmiş çıkmıştı, kapkaçtan. Böyle acı rüzgârlı, sulusepkenin savrulduğu değil, önceki yılın yazdan kalma, sıcak bir ekim gecesinde hiç tanımadığı bir bayanın çantasını kapmış, kaçmıştı. Ama memlekette inek mi ararsın? Takılmışlardı ardına. Ardına takılmaları önemli değil, önemli olan, daracık bir sokağa saparken, farları sönük bir gaz arabasının toslaması. Davranıp yerden kalkmıştı zemberek gibi ama, yetişmişlerdi. Sille tokat, sonra, bekçi, daha sonra polis, ardından karakol, mahkeme, muhakeme, hapishane.
"Cigaran var mı?"

"Yok."

"İçerde izmaritine barbut atardık!"

"Gözünü seveyim içerinin."

"Hem de izmaritler kefal gibiydi. Eski Demokratlar yarım yarım atardı cigaralan."

"Bizim koğuştaki Kemal Bey, Kemal Ağabey derdik, artan yemeklerini bana verirdi!"

"Hır çıkmaz mıydı aranızda?"

"Kimle?"

"Öteki berduşlarla?"

"Ne hır çıkacak? Karnımı doyurduktan sonra artakalanı başkalarına verirdim. Onlar kendi aralarında hırlaşırlardı ama, it dişi, domuz derisi der, geçerdim."

"Şu ceketini ver de biraz da biz ısınalım!"

"Boş koysana sen..."

"Adam değilsin ki ne fayda. Donuyorum ulan, donuyorum!..."
Yeni, yepyeni bîr rüzgârın savurduğu sulusepken. "Vu-uuu..." dedi ceketsiz, kuru sol yumruğunu kuru sağ avucuna vurdu. İçten, ta içerlerden geliyordu titreme. Sarsılıyordu. Kar plandaki bir tefin ucunda durmadan sallanıyordu bir elektrik ampulü. Yıkıldım yıkılacak bir evin kararmış tahtaları aydınlanıp kararıyordu.
"Ya gelmezse?"

"Mümkün değil, gelir!"

"Demek evden çıktığını gördün?"

"Bunlar göz oğlum, düğme deliği değil!"

"Cami dağılmamış mıdır şimdiye?"

"Dağılsa gelirdi!"
Yoksa ne diye bekleşirdendi acı rüzgârın kırbaç gibi şaklattığı sulusepkenin alanda? Gelecekti kambur kambur, geçecekti önlerinden. Kaba kaba öksürecek, yere, sıkı bir dini bütün gibi "hark tuuu" diye tükürecekti. Kısa, kalın öylesine biliyordu ki bütün bunları. Her gece, ama her gece böyle, kim bilir hangi Beyoğlu mağazasından alınıp gene kim bilir hangi Beyoğlu terzisine özenile bezenile diktirilmiş lacivert paltosuna sıkı sıkıya sarınıp geçerdi bu daracık ara sokaktan. Evine giderdi. Babasının sağlığından tanıyordu adamı. Küple altını olduğunu söylerdi babası sık sık. Arkadaştılar. Anılarında kalmışa adamın rahmetli babasıyla konuştukları: "Merhaba Tahsin Efendi!" derdi babasına. "Vay, merhaba beyim efendim..." karşılığını verirdi babası ellerini önünde ovalayıp saygıyla eğilerek. Cana minnet bilirdi. Akşam eve, evin harıl harıl odun yanan teneke sobasıyla ısınmış, sokağa bakan pencere camlan kâğıtla yer yer yamalı sıcacık odasına geldiği zaman, gururla anlatırdı: "Şu Abdurrahman Bey ne iyi adam karı be! Nerde, ne zaman rastlasa hatırımı sorar, selamını, iltifatını eksik etmez. Nerde şimdi böyle komşu hatırı bilenler?"
Derin bir iç geçirdi.
"Şimdi on yaşımızda olmalıyız ki…"
 Ceketsiz, uzun, 1963'lerin hapishanesinde, gürül gürül yanan sobanın yanı başında izmaritine oynadıkları kumara dalmıştı. Kızdı arkadaşına bayağı.
"Ne?"

"Şimdi diyorum, on yaşımızda olmalıyız!"

"N'olurdu?"

"Soba gürül gürül yanar, babam kesekâğıtlarıyla bir şeyler getirmiştir. Annem sofrayı hazırlar..."

"Boş ver. Şu anda hapishanede olsam başka bir şey istemezdim!"

"Niye?"
 "Kumar gani, izmarit bol. Zarın da tuttu mu, bırak. Serserilere satarsın. Mangırın var. Keşanlı'nın yanına tak, bir tabak kuru, yarım somun, bir avuç da kuru kırmızı biber..."
Kuru kırmızı biberlerin kıpkırmızı alevi sardı içini. Alev çatır çatır yanan bir ahşap evin buzlan eriten sıcağını yayıvermişti içine bir an. Canlandı. Gözleri parladı. Artık umurunda bile değildi arkadaşının, ceketli arkadaşının ceketliliği de, babasının birtakım paketlerle eve gelişi de, annesinin sofrayı kuruşu da. Keşanlı'nın kepçesi boldu. Kurunun suyuna dokunu dokunuverirdi. Ekmek de tazeyse, çıkar içini, ban bol sulara...
"Şimdi birer tabak kuruyla taze ekmeğimiz olmalı, ha?"
Öteki, yıllarca öncenin babalı analı sofrasına bağdaş kurmuş, anasının kuru nane serpilmiş, sarımsaklı yoğurt dökülü tatarböreğine girişmişti:
"Boş ver kuruya. Tatarböreğinden şaşma!"

"Keşanlı'nın kurusunu yedin mi, kurusunu?"

"Sen annemin tatarböreğini?"

"Keşanlı'nın kurusu gibi lezzetli kuru, tüm yeryüzünde yok be!"
Tam bu sırada kaba bir öksürük!
Geliyordu adam, sağlama geliyordu. Birbirlerine sokuldular, kestiler soluklarını. Acı rüzgâr savursun savurabildiğince sulusepkeni eski İstanbul'lardan bir mahallenin suratına. Gelecek, önlerinden geçerken atılacaklardı üzerine. Ama kısa, kalının babası zamanından kalmaymış, babasının her zaman hatırını sorarmış, babası harıl harıl yanan odunlarla ısınmış odalarına geldiğinde adamın iyiliğinden söz edermiş. Eski çamlar bardak olmuştu. Abdurrahman Bey'in iyiliği mahalle bakkalına yüz dirhem peynir verdirmiyordu!
Kaba öksürüğün sahibi tam hizalarına gelince ikisi iki yandan yay gibi atıldılar üzerine ama, vay anasını, Berduş Ahmet'ti bu be!
"Yuuuuh keresteler!" dedi. "N'oluyorsunuz lan? Bize de mi yolbağı? Vay inekler vay!"
Kısa, kalın, "Yanlışlık oldu!" diye kaçırdı.
Berduş çakmıştı manzarayı. Sırık ceketsizdi, demek kumara yutulmuş, Siirtli'nin kahvesinde ceketi rehine bırakmıştı.
"Kimi bekliyorsunuz? Onu mu?"
İki arkadaş bakıştılar: Onu da aralarına almaktan başka çare yoktu. Çocuklukları bir arada geçmişti, askerliği birlikte yapmışlardı. Doğu'da bir yerlerde, o da Abdurrahman Bey'i en az onlar kadar tanırdı. Hatta bir yaz günü Osman'ın Küçükmustapaşa kahvesinin bahçesinde sopa yontup surdan burdan konuşurlarken, bu üçüncü arkadaş açmıştı Abdurrahman Bey'in küple altını olduğunu. Geceleri teravihten tek başına döndüğünü.
"Onu mu bekliyordunuz?"

"Kimi?"

"İneklik etmesenize lan!"

"Boş ver ona, dokuza. Bu gocuk nerden?"

"Tahtakale'de Arap, Bahriyeli, Parlak, bir de ben, düşürdük Sivaslıları, onlar mangır arakladılar, bana da bu gocuk, şu bacağımdaki yün pantolon, şu yemeniler... Yemeni ama, bak, topuklara bak. Şerefsizim değişmem kız oğlan kız ayakkabıya!"
Sonra gene az öncekini hatırladı:
"Ha? Onu mu bekliyorsunuz?"
Anlamışlardı kimi sorduğunu, çakal olduğunu anlamışlardı, anlamazlıktan gelmeye çalıştılar:
"Yok canım"

"Ulan, yer miyim ben be!"
Acı rüzgâr, savrulan sulusepken, pervazlarda ıslık çalan ayaz. Semiz bir sigara paketi çıkardı bahriye biçimi bol paça lacivert yün pantolonunun çapraz ön cebinden, bir de kibrit. Yaktı sigarasını:
"Yarın bombası patlarsa, böyle böyle birinin boğazlandığını gazeteler yazarsa.."

"N'olur?" dedi ceketsiz, çeneleri vurarak.

"Polis," dedi üçüncü. "Polis belki beni de alır içeriye!*"

"Söyler misin?"

"O saat!"

Kısa, kalın sövdü, yere tükürdü: "Sen adam değilsin ki zaten!" "Niye?"

"Arkadaş mısın sen?"

"Siz arkadaş mısınız kerizler? Hani bunu üçümüz birlikte yapacaktık? İkimiz erkete bekleyecektik de, bu gırtlaklayacaktı herifi hani?"
Ceketsiz büsbütün kurumuştu, morarmıştı:
"Bir cigara ver!" dedi.
Verdi. Ötekine de uzattı paketi:
"Al yak da ciğerlerin bayram etsin, sığır. Ben sizin gibi inek değilim. Adamım ben, adam! Siz olsanız, basar geçer, ertesi gün de kahvede alay edersiniz benden bahsedip. Ben etmem. Neden? Herkesin kendine göre dostu var, düşmanı var!"
Kısa, kalına sert bir bakış fırlattı:
"Hatırlarsın ya, Toz Osman'ın kahvesinde zil kaldığım yılbaşını?"
Kısa, kalının aklından hızla 1962'nin yılbaşı gecesi- geçti. Gerçekten de, Toz Osman'ın tersosuna gelmiş, ceket, pantolon, ayaklarındaki fortları basık sivri burunlulara kadar vurulmuştu da, bir sigara bile vermemişti.
"Boş ver!" dedi.

"İşine gelmedi değil, mi? Ulan size acımak…"
Uzun, ince arkadaşı gözüne çarptı birden, oğlan sarsıla sarsıla titriyordu. Birden sırayla ahşap eve dayandı. Bayıldı bayılacak. Acı rüzgâr da bir çarpıyordu ki sulusepkeni! Hemen sırtındaki gocuğu çıkarıp, kirli beyaz gömleğiyle nerdeyse donacak arkadaşının omuzlarına koydu.
"Sizin kötülüğünüz size kalsın. Bu dünya kimseye baki değil; Bugün siz zilsiniz, yarın ben kalabilirim. İnsan olan arkadaşını alarga tutmaz. Size pazar ola arkadaşlar, bana eyvallah. Polis benden ser alır, sır alamaz, korkmayın…"
Birkaç adım gitti, durdu, geri döndü:
"Yarın gocuğu Toz'un kahvesine bırakırsın!"
Acı rüzgâr, eski, harap İstanbul'un kararmış tahtalarına kaldırıp kaldırıp vuruyordu sulusepkeni.
Gocuğa sıkı sıkı sarınan, "Tüyelim!" dedi.
Kısa, kalın şaştı:
"Niye?"

"N’olur n’olmaz..."

"Boş ver yahu, Ahmet erkek çocuktur!"

"Ben tüyüyorum, bu iş yattı bende arkadaş!"
Adımlanın açıp oradan uzaklaştı. Kısa, kalın ardından utun uzun baktı. Bilirdi zaten bu tekerleğin kalleş olduğunu. Gocuğa sarınınca ısındı, sinirleri gevşedi...
Mahalleye onun gittiği yoldan gitmeyecekti. Adam mıydı o? Bundan sonra ne selam, ne de aleykümselam!
Caddeye çıktı.

13 Ağustos 2008

Uzman

Kompartımanda dimdik durmuştu. Bacakları yanlara açık. Elleri pantolon ceplerinde. Uzaklara bakıyordu. Uzaklarda deniz, süt mavisi, sıkıntılı, puslu. Havada mendil kadar bulutlar. Yer değiştirmezcesine. Evet ama sinekler, bu sinekler, dişli dişli bu karasinekler! Korkunç bir küfürle döndü, oturdu vagon kanepesine, sert sert kaşıdı sineğin dişlediği ayak bileğini. Sövdü, ana avrat sövdü, gıcırdattı dişlerini. "Allah belasını versin. Allah belasını versin!" "Kimin?” diye sordu kendi kendine. “Sineklerin!” diye karşılığını verdi. “Vermez ki!” “Niçin?” “Vermez de ondan…”

Karasinekler hazla uçuşuyorlardı oradan oraya. Hazla, çıldırmışçasına. “Bu haz, bu neşe nereden geliyor bunlara?” Sonra:

"Bunların başı ağrımaz mı? Sıtma tutmaz mı bunları? Dişleri? Kanser, verem, böbrek ağrısı? Siroz? Romatizma? Aralarında konuşmazlar mı bunlar? Çekiştirmezler mi birbirini birbirlerine?”
Yeni bir diş geçirmesi etine sineklerden birinin. Yanması canı. Kaşınması tatlı tatlı, sövmesi. Sonra dizine konan bir sineği çevik bir davranışla yakalaması: "Tuttum seni, tutsağımsın artık, kaçamazsın, ne yapsan boş, kaçamazsın. Domuz, canımı yaktın, yakacağım canını.”
Avucunda sinek. Kalktı. Uzaklarda deniz, yakınlarda kırmızı topraklar, yeşillikler içinde köşkler, Kızıltoprak. Görmüyordu. Kanadından yakalamıştı sineği. Sinek tek kanadıyla vızzz. Dönüyor, dönüyor, çırpınıyordu tek kanadıyla. Kaçamıyordu, kaçamayacaktı, kaçamazdı. Tutsaktı sinek, tutsak!
“Sana öyle bir ders vereceğim ki namussuz, kaçmak, kurtulmak istiyorsun, değil mi? Kaçamayacaksın, kurtulamayacaksın elimden!"
İki parmağının arasında çırpınan sinek.
"Farz et bıraktım. Ne olacak? Esenliğe kavuşacaksın. Sonra? Besbelli sonrası, beni gene ısıracaksın, değil mi?"
Hazla bakıyordu tek kanadıyla çıldırmışçasına çırpınan tutsağına. Keyifleniyordu. Salıvermek şimdi bunu. Kapandan kurtulmuş fare gibi yarı çılgın kavuşması esenliğe. Ama hayır, belki de dilleri vardı sineklerin, konuşurlardı kendi aralarında, insanların anlamadığı bir dille. Salıverse giderdi, derdi ki öteki sineklere:
“İnsanların elinden kaçtım!”
Belki de inanmazlardı:
“Ne belli?"
Birden, başka bir fikir geldi: Bacaklarını koparıp salıvermeliydi!
"O zaman," dedi, "o zaman olur işte. İnsanlar bacaklarımı kopardılar. Sonra da salıverdiler. Görüyorsunuz, insanlar böylesine gaddar, böylesine insafsız!"
Güldü. Kim bilir, belki de bunun üzerine sinekler şöyle bir karara varabilirlerdi: İnsanlardan kaçalım. Kaçmayacak olursak, bizim de bacaklarımızı böyle koparırlar!
Yeni bir sinek yakaladı, bacaklarını koparıp salıverdi.
Sonra bir daha, bir daha, bir daha...
Dalmıştı. Banliyö treni yeni bir istasyona girmiş, yolcu bırakıp yolcular almıştı. O hâlâ yeni yeni sinekler yakalayıp bacaklarını kopardıktan sonra salıveriyordu.
Dalmışa. Arkasından birden bir çocuk sesi:
"A... Anne, koskoca adam sinek avlıyor!"
Döndü: Beş yaşlarında, kumral, kıvır kıvır saçlı, cin bakışlı bir çocukla, kızına benzeyen pırıl pırıl bir anne. Kızardı, kıpkırmızı kesildi. Güzel kadın tiksintiyle bakıyordu. Midesi bulanmış olabilirdi. Kibarca çekildi kıyıya, kibar bir eğilişle, "Buyursunlar hanımefendi!" dedi.
"Hanımefendi," çok yakışıklı bulmuştu adamı ama, ne oluyordu art arda yakaladığı sinekler? Koskoca adam, çocuk gibi, yaramaz bir çocuk gibi sinek avlıyor, bacaklarını koparıp salıveriyordu.
Kompartımana girdi.
Cin bakışlı oğlan annesinin yanından, karşılarında oturmakta olan "sinek avcısı”na gülerek bakıyordu. Çocuk o kadar güzel, öylesine şirindi ki, adam da gülümsedi. Çocuk bunu bir yakınlık saymıştı. Sağ gözünü usulcacık kapayıp açtı. Adam da sağ gözünü kapayıp açmakla karşılık verdi. Çocuğun cesareti büsbütün arttı. Bu sefer iki gözünü kapayıp açtı. Adam da. Çocuk dilini çıkardı, adam da. Çocuk böö yaptı. Adam da yapacaktı, güzel anne, Tuuunç!" dedi.
Tunç annesine baktı:
"Ne var?”

“ Çok ayıp!"
Çocuk üzerinde durmadı. Aklı fikri böö yaptığı adamda. Birden gözüne adamın yakasındaki bir hayır cemiyetinin ufacık rozeti ilişti. Rozetin iri, mavi harflerini sarmaş dolaş olmuş sineklere benzeterek sordu:
“O ne?”
Güzel anne:
"Hangisi?"
Çocuk annesinin yanından kaydı, adamın yanına gitti, parmağıyla rozete dokundu:
“Bu?"
Adam, güzel anneye hafifçe gülerek, "Rozet!" dedi.
Çocuk gene sordu:
“Ne rozeti?”

"Uzman rozeti!"

"Uzman ne demek?"

"Mütehassıs demek..."

"Mütehassıs ne demek?"
Adam şöyle bir düşündü. Bu arada güzel anneye bakıyordu. Güzel anneyse bakışlarını kompartıman penceresinden dışarlara, dışarların kırmızı toprakları üzerindeki yeşilliklere, yeşillikler arasında gömülmüş zarif köşklere, daha uzaklardaki mavi denize çevirmişti.
“Yani uzman!” 

"Uzman ne demek?"
Güzel anne başını sertçe çevirdi oğluna:
"Beyefendiyi rahatsız etmesene oğlum!"
Beyefendi fırsatı kaçırmadı:
"Aman efendim, bilakis. Maşallah çok zeki!"
Güzel anne memnun, gülümsedi.
Adam ipin ucunu bırakmak niyetinde değildi:
"Çok da güzel ve şirin!"

"Öyle mi efendim?.."

"Beyefendi ne işle meşguller?"
Kadının yüzü buruştu. Taahhüt işlerine kendini kaptırmış, herkesin güzelliğinden söz açtığı, zekâsını göklere çıkardığı karısinin farkında değildi. Para, pul, hususi araba, apartman...
"Taahhüt işleriyle meşgul efendim."

“Demek oğlunuz babasına çekmiş!"
Kadın isyan edercesine:
“Ne bakımdan efendim?"

"Zeki, yakışıklı..."

"Kocam aptalın biridir!"
Çocuk gene ta gerilerde kalmış sorusuna donuverdi:
"Uzman ne demek?"
Güzel anne anlayışsız, taahhüt işlerine kapanmış kocasının, aptal kocasının övülmesine büsbütün içerlemekten gelen bir sinirlilik içindeydi. "Uzman ne demek?" diyen oğluna dikkat bile etmedi. "Kocam aptalın biridir!" güme mi gitmişti yoksa?
"Evet evet, aptalın, budalanın biri! Düşünün beyefendi, bir kadın, isterseniz gırtlağına kadar mala mülke gömün..."
Çocuk, adamın yakasına yapışmış, sarsıyordu:
“Hişt, hiişt, hişt bee!"
Adam güzel annenin harika ela gözlerine dalmıştı. Gözlerini genç kadının al al yanaklarıyla ela gözlerinden ayırmadan, "Ha?" dedi.
"Bunlar sinek mi?"
Baştan savmak istedi:
"Evet.”

"Ne sineği?"
Kadının yalnız gözleri, yalnız yanakları değil, bakışları, canlı saçları da harikaydı.
"Ha? Ne sineği?"

"Karasinek!"

"Zekâdan hiç nasibi yoktur kocamın, aptalın biridir!”

"Demin tuttuklarından mı?"

“Evet.”

“Sonra çirkindir de kocam, çok çirkindir!”

“Niye tutuyordun sinekleri?”

"O hâlde yavrunuz hem zekâsını, hem de güzelliğini sizden…”

"Ha? Ha be?"

"Tuuunç!"

"İlişmeyin efendim, sorsun. Ne diyorsun yavrum?"

"Sinekleri niye tutuyordun?"

"Tutuyordunuz desene, terbiyesiz!"

"Rica ederim, ilişmeyin. İstediği gibi sorsun..."

"Yalnız bu huyu babasına çekmiş. O da böyle, hiç tanımadığı insanlarla hemen senlibenli oluverir. Yerlere geçerim!"

“Niye tutuyordun sinekleri?"
Genç anne soruverdi:
“Siz neyle meşgulsünüz beyefendi?"
Tam sırasıydı:
"Uzmanım efendim," dedi. "Mütehassıs yani. Karasineklerin yok edilmesi üzere milletlerarası değerde etütlerim var!"
Kadın hiçbir şey anlamadığı hâlde, "Yaa!" dedi.
Çocuk:
“Ha? Ha be? Niye tutuyordun sinekleri?"
Çocuğa belli etmemeye çalıştığı bir öfkeyle baktı:
"Tecrübe yapmak için!" dedi.
Bu sefer de:
"Tecrübe ne demek?"

"Deney demek yani…”
Güzel anneye çevirdi bakışlarını:
"Sineklerin kendi aralarında konuştukları dili bilir misiniz?"

"Deney ne demek?"

"Demek sinekler de kendi aralarında konuşurlar?"

"Tıpkı bizler gibi. Sonra da zekâ ve aptallık farkı vardır. Bir gün atölyeme teşrif ederseniz, size karasinekler arasındaki kıskançlık kavgalarıyla, dedikodular üzerinde örnekler gösterebilirim!"

“Deney ne demek diyorum be!”

"Sahi?"

"Eğer arzu ederseniz!"

"Ben onların dillerini bilmem ki?"

"Ulan deney ne demek, hayvan!"

"Dil meselesi gayet basit. Siz gelin atölyeme, bekleyeceğim!"

"Nerede, bilmiyorum ki?"
Kartının arkasına bir arkadaşının daha çok tavladıkları kan kızları düşürmekte kullandıkları yazıhanesinin adresini yazıp uzattı:
"Yarın?"

"Yarın terziye gideceğim."

"Öbür gün?"

"Öbür gün olabilir. Öğleden sonra. Çok merak ettim. Demek sinekler arasında da..."

"Öyle enteresan kıskançlık sahnelerine şahit olmak mümkün ki. Efendim, son İtalya seyahatimde..."

"Hayvaaan, hişt hayvaaaaaaan!"

"Demek İtalya'daydınız?"

"İtalya, Fransa, İngiltere, ta Norveç'e kadar şöyle bir uzandım. Konferanslar verdim..."

"Hayvaaaaaaaaaan!"

"Kocamın bir uzman olmasını ne kadar isterdim."

"Ben de karımın çok güzel, çok zeki!"

"Sen hayvanoğlu hayvansın!".

"Çok güzel, çok zekî olmak, fakat kocası tarafından anlaşılmamak ne fena, değil mi?"

"Talihsizlik."
Gözleri dolu dolu, kalktı.
Tren istasyona ağır ağır giriyordu. Kadın inecekti. Dolu dolu gözleriyle adama baktı. Adam da ona. Bakışlarıyla konuştular. Anlasalar. Sonra kadın memnun, oğlunu elinden çekerek trenden hızla indi.
Tren ağır ağır yürüyordu önlerinde. Vagon penceresindeki adama el salladı. Adam da ona. Çocuk bağırdı:
"Hayvanoğlu hayvaaaaaaaaaaaaan!”

Taş

Omuz omuza şaraphanenin sigara dumanı denizinde, eliyle, koluyla konuşuyor. Herkes ama herkes konuşuyor. Dinleyen yok. Şarapçı, kapıdan girince ta karsıda. Yüksekçe bir yerde durmuş. Tekel boyu şişelerin tıpalarını açıp müşterilere sunmaya yetişemiyor. Tekel boyu şişe, mezesiz falan, iki buçuk teklik. Şarapçının sağında, solunda, en çok da karşısında köfteci dükkânları. Çık şaraphaneden, git canının istediğine, yiyebileceğin kadar söyle, az sonra eli yüzü yağ içinde, önlüğü leş bir garson getirsin. Meze, şarapçıyı hiç ama hiç ilgilendirmez. O, yani şarapçı, meze adına kocaman bir çanaktan bir tutam tuz verir. Birde, sesleri konuşma kertesini aşan sulu müşterilere önce ters ters bakar, sonra ihtar eder. Sökmedi mi, yanına geliverir, tutar yakasından, haydi dışarı.
Şaraphanenin tavanı çok yüksektir. Badanaları yer yer dökülmüş duvarlar kir pas içinde. Kir pas içindeki duvarlarda da Trikopis'in kılıcını teslim edişi. Çok eski bir taşbasma resimdir bu. insana İzmir Marşı'nı hatırlatır. Kalpaklı, kabalaklı askerler, yorgun, yaralı askerler, bıyıkları düşmüş, terli askerler, dolakları* kanlı askerler, ama askerler, hep askerler... Sonra daha ustaca çizilip gene taşbasmayla basılmış, daha sonralara ait resimlen İngiltere Kralı VIII. Edward'ın İstanbul'a gelişi. Kayıktan mı, motordan mı çıkmasına yardım eden Atatürk'ün kibar davranışı. Misafirini araçtan rıhtıma çıkarışı... Daha sonra daha başkaları: Rıza Şah Pehlevi ile Atatürk. Bir masa başında karşılıklı kahve içişleri. İkisi de memnun. Yalnız Rıza Şah, kocaman, bembeyaz bıyığıyla daha ağırbaşlı değil de, kendini öyle sanır hâlde. Sanki bıyığını kestiği için Atatürk'e kızgın değil, kırgın da değil, "Kcsmesen daha iyi olurdu be Kemal!" der gibi.
Şaraphanenin arı kovanını hatırlatan uğultusu içinde bir ara bir şarkı yükseldi:
Hayal oldu o demler
O tatlı eğlenceler.
Şarapçının hiç ama hiç şakası yok:
“Kees!”
Şarkı, şıp, kesildi. Kesildi ama, ardından:
“Oooof Allah of!”
Herkes ona baktı. Şarapçı iyice içerlemişti:
"Çüş," dedi. "Ayı oğlu ayı!"
Kartondan oyulup çıkarılmış Karagöz modelleri gibi ince belli, ince, uzun kollu biri yerden temennalarla tezgaha yaklaştı:
"Efkârlıyım be Memet Ağabey, bakma kusuruma be ağabeyciğim."
Şarapçı yeniden bir, "Keees!" çekti.
Karagöz mü, Hacivat mı yapılı adam, gene yerden temennalarla:
"Kestim Memet Ağabey. Fakat bana bu kes diyen sen olmasan da..."
"Fazla konuşmasana lan!"
"Konuşmuyorum Memet Ağabey. Sana karşı sonsuz saygım var, bilirsin..."
"Ulan..."
Kendi kendine:
"Peki ulan kayarto, alacağın olsun. Ben de Yandım Ali'ysem..."
“…”
"Memet Ağabey, bi şişe versene oradan!"
"Tosla iki buçuğu, sonra..."
Yalvarmaya başladı, büktü boynunu:
"Yok be Memet Ağabey, şerefsizim meteliğim yok. Na, ara istersen üstümü. Anam avradım olsun haşa minelhuzur yok!"
"Yoksa, al voltanı!"
"Doğru, burası söğüt gölgesi değil, çakıyorum ama, gidemem ki Memet Ağabey. Bir şişe daha iyi etmezsem, hava. Bütün gece sokaklarda gez Allah, gez! Onun için, kurban olurum sana Memet Ağabey..."
Şarapçının dediği dedikti:
"İki buçuk..."
"Yarın bir işte çalışacağım Memet Ağabey, avans verecekler. Tak, senin iki buçuğu..."
"Yarın iki buçuk getir, eyvallah..."
"Amman Memet Ağabey."
“Kees!”
Eliyle ağzım siliverip belden kırma bir eğilişten sonra:
"Kestim ağabeyciğim. Kestim ama…”
Şarapçı onunla uğraşacak değildi ya. Tezgâhtan indi, geldi yanına, desteledi iki yakasından, hoop, şaraphanenin kapısından dışarı.
Yandım Ali kapının tam yanında durdu. Göğe baktı, yıldızlara. Yıldızlar donuk donuktular. Yerler kar içinde. Ayaz da bir kesiyordu ki... iyi ama, şeriata sığar mıydı bu? Dine, imana, Müslümanlığa, Allah'a, kitaba sığar mıydı? "E ulan Memet, alacağın olsun ulan kayarto diye geçirdi. "Bu dünya sana da kalmaz. Bir şişe, bir şişe şarap be Allahsız. İki buçuk alt tarafı. Vaktiyle sen yolsuzdun, ben iyiydim. Sana böyle mi yaptıydım ulan? Ceplerim ellilik, yüzlük dolu. O Boğaz gezmeleri, pavyon âlemleri, karılar…”
Önünden uyuz bir köpek geçti. "Şuna benzedik. Ulan fena da kesiyor hava be! Lakin Memet, peki, alacağın olsun. Paltoyu kumarda kaybetmeseydim. Lakin şaraphane bayağı sıcaktı. Yeniden girsem mi? Olmaz. İte benzer hergele. Dışarı attığını bir daha içeri almaz. Almayınca dayatmak lazım. Şaraphane halkına karşı rezil olurum. Çıkmak erkekliğe sığmaz, çıkmamak için erkeklik ister. En iyisi…”
Kaldırımın önünde iri bir taş gözüne çarpmıştı. Onu alsa, beklese. Dese ki şaraphane kapanırken: "Ulan Memet, sen bana o biçim konuşacak adam mısın? Beni ne hakla şaraphaneden attın?"
Şarapçı Memet üstüne mi yürürdü? Elindeki taşla suratına bir tane. Kan içinde yuvarlanırken, toparlasa palamarı. Polis, karakol falan deyinceye kadar, alır voltasını. Zaten İstanbul'da duruculardan değil. Çeker gider, Edirne mi olur, Kırklareli mi...
Yahut başka bir şey yapardı ki, bu aklına daha da yattı: "Hiç sesimi çıkarmam. Elimde taş, beklerim. Şaraphane paydos olur, bütün müşteriler alırlar voltalarını. Şarapçı en sonra çıkar. Dükkânı eğilip kilitlerken, kalasına vurdum mu, anlamaz enayi kimin vurduğunu!”
Yukardaki donuk yıldızların ışığıyla gözleri parladı. Tamamdı, tamam. Bu en iyisiydi. “İnek, o kadar insanın içinde tut yakamdan, hooop, kapı dışarı. Ulan ben sana ekmek verdim, ekmek! Sen kaç paralık adamsın da beni kapı dışarı ediyorsun? Kafanın pekmezini akıtayım da gör!"
Gece gittikçe soğuyarak derinleşip gidiyordu,
Arkasındaki elinde iri taş, bekliyordu. İyi kötü bir gazetede çalışıyordu üç yıl önce. Bu şarapçı da zildi o zamanlar. Aliciğim, Aliciğim diye yanından ayrılmazdı. Gazetecilik dümeniyle lokantalarda, daha çok pavyonlarda afi kesiyorlardı. Yiyor, içiyor, çokluk mangır vermeden alıyorlardı voltalarını. Sonraları işlere şet el atmış, çaresiz kalmışlardı.
Gecenin on ikisine doğru müşteriler çekip gitmişlerdi. Yandım Ali elinde taş, nerdeyse soğuktan kıkırdayacaktı ki, içerinin elektriği sönüverdi. Az sonra da şarapçı dışarı çıktı. Dükkânının kepengini indirip kilidi takacaktı ki, dükkân kapısının yanında birinin dikildiğine dikkat etti. Yaklaştı: Yandım Ali'ydi.
"Ne o lan? Ne bekliyorsun?"
Yandım Ali'nin elinden taş yere düştü. Şarapçı her şeyi anlamıştı.
"Yaa?" dedi. "Demek beni taşla..."
Bir tokat, bir tekme. Yandım Ali yuvarlandı. Yuvarlandığı yerden yalvarırcasına durmadan söyleniyordu:
"Vurma Memet Ağabey... Bilirsin, sana sonsuz saygım var. Vurma. Taş, taşı, vallahi taşı başka maksada elimde tutuyordum, billahi başka maksatla ha..."
Bir bekçi düdük öttürerek geldi.
*Tozluk yerine bacaklara ayak bileğinden dize kadar dolanan ensiz ve uzun kumaş parçası.

Elli Kuruş

İster lapa lapa kar, ister şarıl şarıl yağmur yağsın, isterse de bütün gecenin ayazından karlar dona kesmiş olsun, sabahın beş buçuğunda karanlıkları ürperten sesiyle sokağa girerdi:
"Gazete, havadiis!"
Sabahın dördünde yazı makinemin başına geçtiğim için, bu ses, bu kara, yağmura, ayaza kafa tutan bu canlı, bu pırıl pırıl ses beni yazı makinemin başında bulurdu. Gazete paralarını akşamdan masamın kıyısına koyduğum için, bekletmez, koşardım sokak kapısına. Gazetelerimi önceden hazırlamış olurdu. Uzatır, paraları alır, saymaya filan lüzum görmeden cebine atar, donmuş burnu buhar kazanı gibi tüterek uzaklaşırken, canlı, yaşam dolu sesiyle sokağı gene neşelendirirdi:
"Gazete, havadiis!"
Anlattığına göre, gazetelerden birinde tahsildarlık yaparken kötü bir kadının ardında evini, İstanbul'u bırakıp İzmir'e mi ne giden babasına annesi ilkin çok kızmışsa da, sonraları, “Ne yapalım? Bizden daha iyisini bulmuş olacak. Uğurlar olsun!" deyip kollan sıvamış. Karaköy'deki bir eczaneye girmiş. Görevi, boş ilaç şişelerini uzun tel saplı fırçalarla yıkamakmış. Bir, beş, on, yüz, bin şişe değilmiş ki, belki on binler, belki de yüz binlerce. İsteyeni olsa haminnesi hemen evlendirecekmiş onu, ama yokmuş isteyeni. Bir gün kendi kendine, "Şimdi herkes güzel kadın alıyor," demiş. "Benim gibi kara kuruyu kim ne yapsın?"
Haminnesi Tahtakale'de, tuzcuda çalışıyormuş. Annesinin eczaneden kazandığıyla kıt kanaat geçiniyorlarmış ama, şu son zamlar olmasa. Çaresiz, okulu beşten bırakıp annesiyle haminnesinin kazançlarına bir şeyler katabilmek, hiç olmazsa üç yaş küçüğüyle kendisinin okul masraflarını çıkarabilmek yolunu tutmuş, gazete satıcılığına başlamış.
"Okumak istiyorum ağabey. İlk'i, sonra orta'yı, daha sonra da liseyi bitireceğim. Liseyi belki de yatılı sınavını kazanıp parasız okurum. Ama mutlaka okuyacağım. Kardeşim de. Babamıza benzemeyeceğiz hiç. Kardeşim diyor ki, o zaman babam ihtiyar olur. Saçı sakalı ak pak, elleri fitreye titreye gelir. Yalvarır. Acır mıyız?"
Mevsim bahara dönmüştü ama gene de çok soğuktu.
"Sen ne karşılık verdin kardeşine?"
Omuz silkti:
"Acımak lazım ama olmaz ki. Baba. Anneme sordum, canı çıksın, dedi. Haminnem ateş püskürdü. Fakat olmaz, dedim kardeşime. Annemle haminnemden habersiz..."
Sabahın erken saatinde kalkıp koşuyormuş gazete bayiine. Bayii ana baba günü. Kendi gibi o kadar çok okullu çocuk varmış ki, bayii gazetelerini nazla veriyormuş. Daha kötüsü de, gazeteleri alırken bayiye kaparo vermek!
"Babamın bir arkadaşı vardı, Sabir Bey Amca, ona gittim.
Annem duysa öldürürdü. Hele haminnem! Ona da içerliyorum, varsa rahmetli kocası, yoksa rahmetli kocası. Kocası yani dedem polis miymiş Atatürk devrinde, komiser mi? Karakalem bir resmi var haminnemde, kırpık bıyıklarıyla iriyarı bir adam. Babam zayıftı. Güya torunlar çokluk dedelerine çekerlermiş. Nerde? Benim de, Şadan'ın da bileklerimiz ipince. İnsan bol bol yemezse, değil mi ağabey?”
Karne zamanı birkaç gün gelmedi. Meraklanmıştım. Sınavlar sırasında olduğu için, belki de sınava hazırlanıyor demiştim. İyi düşünmüşüm. Geldi pırıl pırıl sesiyle, öksürüyordu;
“Kusura bakmayın ağabeyciğim. Dersleri hazırlıyordum. Gece yarılarına kadar çalışıp, sabahleyin de erkenden uyanmak fena yordu. İki gün aksattım. Dilber Hanım öksürük için bir ilaç yazdırdı ama, nerde?”
“Niçin?”
“Beş yüz otuz kuruş be ağabeyciğim!”
Aklıma bir şey geldi:
“Ben sana bu parayı versem?”
İçlere çökük gözleri, fırlak elmacıkkemikleri, solgun derisinin donukluğuyla yüzüme öyle bir baktı ki:
“Öksürük ilacını al diye…”
“Anladım ama, siz benim neyimsiniz? Karşılığında benden ne isteyeceksiniz?
Kötüye yormuş olmasından korkmuştum. O:
"Babamın arkadaşı da bana para vermişti. Bayiye yatırdıydım. Sonra kazanıp götürdüm, almadı. Sende kalsın, dedi, yanağımı makasladı da paralarını suratına fırlatıp…”
“Ben o maksatla vermek istemiyorum ki…”
“Belli olmaz. Babamın arkadaşı da sonradan, o maksatla değil yavrum, dedi. Ben senin baba dostunum. Bir daha evinin önünden geçmedim. Eski bayii de. Ne kötü insanlar var şu dünyada… Haminnem, aman yavrum, kendinize dikkat edin, diyor. Pöh… Onun demesine ne lüzum var? Çocuk muyum ben?
Ona, gerekli beş yüz otuz kuruşu bir şartla vereceğimi söyledim:
"Şartım şu: Bunu, bana verdiğin gazetelerle ağır ağır ödersin. Oldu mu?"
Az önce öfkeden değişen hırçın yüzü yumuşamış, durulmuş, çocuksu hâlini almıştı:
"Şimdi oldu," dedi. "Demek siz..."
"Ben ne babanızın arkadaşı, ne de bayiyim. Benimki yardım. Bakıyorum okuma hırsı var içinde. Okuyup adam olma hırsı. Hoşuma gitti. Mesele bu..."
Gözlerini yüzüme çevirdi:
"Doktor olacağım ağabey!" dedi. "Bizim mahalledeki kör, topal, inmeli, sızılıları tedavi edeceğim, hem de parasız!"
Parayı verdim. Aldı. Yıldırım gibi uzaklaştı. Sokağın başından sesi geldi:
"Gazete, havadiiis!"
Günler geçiyor, her sabah saat gibi geliyor, gazetelerimi verdikten sonra ekliyordu:
"Üç lira kaldı borcum ağabey!"
Sonraları borcu iki liraya indi, bir liraya, daha sonra da elli kuruşa. En son gün gelir, iki gazetemi verirse borcunu Ödemiş oluyordu ki, gelmedi. Şaştım. Neden gelmemişti? Elli kuruşumun üstüne yatabileceği aklımın kıyısından bile geçmiyordu. Sakın herhangi bir trafik kazasında... Sanki gerçekten olmuş gibi içim parçalanıyor, hızla gelen bir taksi ya da bir hususinin altında kalmışçasına, kanlı bir insan yavrusunun her yanı kırılmış cesedi kafamda canlanıyordu.
Günler günleri, günler haftaları, haftalar da ayları kovaladı.
Unutmuştum.
Bir başka çocuk getiriyordu gazetemi. Bu, ondan da cılız, ondan da üfürsen uçacak gibiydi. Onun da bir başka hikâyesi vardı çocuk omuzlarında taşıdığı.
Karların savrulduğu bir kış sabahıydı.
Yazı makinemin başına geçmiştim. Şimdiye kadar hiç işitmediğim cılız bir çocuk sesi:
"Gazete, havadiiiis!"
 O muydu? Fakat hayır, olamazdı. Pek cılızdı. Penceremin önünde durmuş, ısrarla vızıldayıp duruyordu:
“Gazete, havadiiis!"
Aşağı indim. Her günkü sancıdan almıştım oysa gazetemi. Kapıyı açtım: Kısa pantolonlu, minnacık bir çocuk. Savrulan karlarla ıslanmış gazeteleriyle titreyip duruyordu.
"Ağabeyim, kusura bakmasın, dedi amca!"
"Ne bu?"
"Elli kuruş borcu kalmış size de..."
"Kendisi nerede?"
Ağlamadı, hıçkırmadı. Taş gibi, "Öldü," dedi. "Dün Edirne-kapı'ya gömdük..."
Elli kuruşu uzattı. Sonra çekip giderken:
"Gazete, havadis!"