Rüzgâr acıydı, sertti, savuruyordu sulusepkeni İstanbul'a. İstanbul, kararmış tahtaları, yıkıldım yıkılacak evleri, birbirini kesmiş ara sokaklarıyla sinmişti. Titriyordu sulusepken, acı rüzgârlar bindirdikçe, İçine kapanmıştı...
Anacadde boydan boya uzanıyordu, tenha. Dolmuşlarla otobüsler sokulmuşlardı titreşerek kovuklarına. Üşüyordu İstanbul, titriyordu. Daha şimdiden zar kadar ince bir buz kaplamıştı eski İstanbul'ları hatırlatan 1963 yılı İstanbul'unun yüzünü. Yıkıldım yıkılacak evlerin karanlık pencereleri korkuyla bakıyorlardı bozuk parkeli, dar sokaklara.
İki kişi titriyordu bu sokaklardan birinin başında. Biri uzun boyluydu, kuruydu, ceketi rehin vermişti Küçükpazar’daki Siirtli’nin kahvesinde. Kirli beyaz gömleğinin üstündeki süveteri gene bir Küçükpazar kahvesindeki altıkollu'da yutmuştu bir başka Siirtliden. Tiftiklenmişti gri süveter, akmıştı yer yer, solmuştu. Gözünü sevdiğimin hapishanesi..." dedi kısa, kalın arkadaşına bakarak. "Bu saatte soba harıl harıl yanar. Geçen yıl bugünler..."
Kısa, kalın arkadaşı duymadı. Duydu duymasına, anlamadı. O da girmiş çıkmıştı, kapkaçtan. Böyle acı rüzgârlı, sulusepkenin savrulduğu değil, önceki yılın yazdan kalma, sıcak bir ekim gecesinde hiç tanımadığı bir bayanın çantasını kapmış, kaçmıştı. Ama memlekette inek mi ararsın? Takılmışlardı ardına. Ardına takılmaları önemli değil, önemli olan, daracık bir sokağa saparken, farları sönük bir gaz arabasının toslaması. Davranıp yerden kalkmıştı zemberek gibi ama, yetişmişlerdi. Sille tokat, sonra, bekçi, daha sonra polis, ardından karakol, mahkeme, muhakeme, hapishane.
"Cigaran var mı?"
"Yok."
"İçerde izmaritine barbut atardık!"
"Gözünü seveyim içerinin."
"Hem de izmaritler kefal gibiydi. Eski Demokratlar yarım yarım atardı cigaralan."
"Bizim koğuştaki Kemal Bey, Kemal Ağabey derdik, artan yemeklerini bana verirdi!"
"Hır çıkmaz mıydı aranızda?"
"Kimle?"
"Öteki berduşlarla?"
"Ne hır çıkacak? Karnımı doyurduktan sonra artakalanı başkalarına verirdim. Onlar kendi aralarında hırlaşırlardı ama, it dişi, domuz derisi der, geçerdim."
"Şu ceketini ver de biraz da biz ısınalım!"
"Boş koysana sen..."
"Adam değilsin ki ne fayda. Donuyorum ulan, donuyorum!..."
Yeni, yepyeni bîr rüzgârın savurduğu sulusepken. "Vu-uuu..." dedi ceketsiz, kuru sol yumruğunu kuru sağ avucuna vurdu. İçten, ta içerlerden geliyordu titreme. Sarsılıyordu. Kar plandaki bir tefin ucunda durmadan sallanıyordu bir elektrik ampulü. Yıkıldım yıkılacak bir evin kararmış tahtaları aydınlanıp kararıyordu.
"Ya gelmezse?"
"Mümkün değil, gelir!"
"Demek evden çıktığını gördün?"
"Bunlar göz oğlum, düğme deliği değil!"
"Cami dağılmamış mıdır şimdiye?"
"Dağılsa gelirdi!"
Yoksa ne diye bekleşirdendi acı rüzgârın kırbaç gibi şaklattığı sulusepkenin alanda? Gelecekti kambur kambur, geçecekti önlerinden. Kaba kaba öksürecek, yere, sıkı bir dini bütün gibi "hark tuuu" diye tükürecekti. Kısa, kalın öylesine biliyordu ki bütün bunları. Her gece, ama her gece böyle, kim bilir hangi Beyoğlu mağazasından alınıp gene kim bilir hangi Beyoğlu terzisine özenile bezenile diktirilmiş lacivert paltosuna sıkı sıkıya sarınıp geçerdi bu daracık ara sokaktan. Evine giderdi. Babasının sağlığından tanıyordu adamı. Küple altını olduğunu söylerdi babası sık sık. Arkadaştılar. Anılarında kalmışa adamın rahmetli babasıyla konuştukları: "Merhaba Tahsin Efendi!" derdi babasına. "Vay, merhaba beyim efendim..." karşılığını verirdi babası ellerini önünde ovalayıp saygıyla eğilerek. Cana minnet bilirdi. Akşam eve, evin harıl harıl odun yanan teneke sobasıyla ısınmış, sokağa bakan pencere camlan kâğıtla yer yer yamalı sıcacık odasına geldiği zaman, gururla anlatırdı: "Şu Abdurrahman Bey ne iyi adam karı be! Nerde, ne zaman rastlasa hatırımı sorar, selamını, iltifatını eksik etmez. Nerde şimdi böyle komşu hatırı bilenler?"
Derin bir iç geçirdi.
"Şimdi on yaşımızda olmalıyız ki…"
Ceketsiz, uzun, 1963'lerin hapishanesinde, gürül gürül yanan sobanın yanı başında izmaritine oynadıkları kumara dalmıştı. Kızdı arkadaşına bayağı.
"Ne?"
"Şimdi diyorum, on yaşımızda olmalıyız!"
"N'olurdu?"
"Soba gürül gürül yanar, babam kesekâğıtlarıyla bir şeyler getirmiştir. Annem sofrayı hazırlar..."
"Boş ver. Şu anda hapishanede olsam başka bir şey istemezdim!"
"Niye?"
"Kumar gani, izmarit bol. Zarın da tuttu mu, bırak. Serserilere satarsın. Mangırın var. Keşanlı'nın yanına tak, bir tabak kuru, yarım somun, bir avuç da kuru kırmızı biber..."
Kuru kırmızı biberlerin kıpkırmızı alevi sardı içini. Alev çatır çatır yanan bir ahşap evin buzlan eriten sıcağını yayıvermişti içine bir an. Canlandı. Gözleri parladı. Artık umurunda bile değildi arkadaşının, ceketli arkadaşının ceketliliği de, babasının birtakım paketlerle eve gelişi de, annesinin sofrayı kuruşu da. Keşanlı'nın kepçesi boldu. Kurunun suyuna dokunu dokunuverirdi. Ekmek de tazeyse, çıkar içini, ban bol sulara...
"Şimdi birer tabak kuruyla taze ekmeğimiz olmalı, ha?"
Öteki, yıllarca öncenin babalı analı sofrasına bağdaş kurmuş, anasının kuru nane serpilmiş, sarımsaklı yoğurt dökülü tatarböreğine girişmişti:
"Boş ver kuruya. Tatarböreğinden şaşma!"
"Keşanlı'nın kurusunu yedin mi, kurusunu?"
"Sen annemin tatarböreğini?"
"Keşanlı'nın kurusu gibi lezzetli kuru, tüm yeryüzünde yok be!"
Tam bu sırada kaba bir öksürük!
Geliyordu adam, sağlama geliyordu. Birbirlerine sokuldular, kestiler soluklarını. Acı rüzgâr savursun savurabildiğince sulusepkeni eski İstanbul'lardan bir mahallenin suratına. Gelecek, önlerinden geçerken atılacaklardı üzerine. Ama kısa, kalının babası zamanından kalmaymış, babasının her zaman hatırını sorarmış, babası harıl harıl yanan odunlarla ısınmış odalarına geldiğinde adamın iyiliğinden söz edermiş. Eski çamlar bardak olmuştu. Abdurrahman Bey'in iyiliği mahalle bakkalına yüz dirhem peynir verdirmiyordu!
Kaba öksürüğün sahibi tam hizalarına gelince ikisi iki yandan yay gibi atıldılar üzerine ama, vay anasını, Berduş Ahmet'ti bu be!
"Yuuuuh keresteler!" dedi. "N'oluyorsunuz lan? Bize de mi yolbağı? Vay inekler vay!"
Kısa, kalın, "Yanlışlık oldu!" diye kaçırdı.
Berduş çakmıştı manzarayı. Sırık ceketsizdi, demek kumara yutulmuş, Siirtli'nin kahvesinde ceketi rehine bırakmıştı.
"Kimi bekliyorsunuz? Onu mu?"
İki arkadaş bakıştılar: Onu da aralarına almaktan başka çare yoktu. Çocuklukları bir arada geçmişti, askerliği birlikte yapmışlardı. Doğu'da bir yerlerde, o da Abdurrahman Bey'i en az onlar kadar tanırdı. Hatta bir yaz günü Osman'ın Küçükmustapaşa kahvesinin bahçesinde sopa yontup surdan burdan konuşurlarken, bu üçüncü arkadaş açmıştı Abdurrahman Bey'in küple altını olduğunu. Geceleri teravihten tek başına döndüğünü.
"Onu mu bekliyordunuz?"
"Kimi?"
"İneklik etmesenize lan!"
"Boş ver ona, dokuza. Bu gocuk nerden?"
"Tahtakale'de Arap, Bahriyeli, Parlak, bir de ben, düşürdük Sivaslıları, onlar mangır arakladılar, bana da bu gocuk, şu bacağımdaki yün pantolon, şu yemeniler... Yemeni ama, bak, topuklara bak. Şerefsizim değişmem kız oğlan kız ayakkabıya!"
Sonra gene az öncekini hatırladı:
"Ha? Onu mu bekliyorsunuz?"
Anlamışlardı kimi sorduğunu, çakal olduğunu anlamışlardı, anlamazlıktan gelmeye çalıştılar:
"Yok canım"
"Ulan, yer miyim ben be!"
Acı rüzgâr, savrulan sulusepken, pervazlarda ıslık çalan ayaz. Semiz bir sigara paketi çıkardı bahriye biçimi bol paça lacivert yün pantolonunun çapraz ön cebinden, bir de kibrit. Yaktı sigarasını:
"Yarın bombası patlarsa, böyle böyle birinin boğazlandığını gazeteler yazarsa.."
"N'olur?" dedi ceketsiz, çeneleri vurarak.
"Polis," dedi üçüncü. "Polis belki beni de alır içeriye!*"
"Söyler misin?"
"O saat!"
Kısa, kalın sövdü, yere tükürdü: "Sen adam değilsin ki zaten!" "Niye?"
"Arkadaş mısın sen?"
"Siz arkadaş mısınız kerizler? Hani bunu üçümüz birlikte yapacaktık? İkimiz erkete bekleyecektik de, bu gırtlaklayacaktı herifi hani?"
Ceketsiz büsbütün kurumuştu, morarmıştı:
"Bir cigara ver!" dedi.
Verdi. Ötekine de uzattı paketi:
"Al yak da ciğerlerin bayram etsin, sığır. Ben sizin gibi inek değilim. Adamım ben, adam! Siz olsanız, basar geçer, ertesi gün de kahvede alay edersiniz benden bahsedip. Ben etmem. Neden? Herkesin kendine göre dostu var, düşmanı var!"
Kısa, kalına sert bir bakış fırlattı:
"Hatırlarsın ya, Toz Osman'ın kahvesinde zil kaldığım yılbaşını?"
Kısa, kalının aklından hızla 1962'nin yılbaşı gecesi- geçti. Gerçekten de, Toz Osman'ın tersosuna gelmiş, ceket, pantolon, ayaklarındaki fortları basık sivri burunlulara kadar vurulmuştu da, bir sigara bile vermemişti.
"Boş ver!" dedi.
"İşine gelmedi değil, mi? Ulan size acımak…"
Uzun, ince arkadaşı gözüne çarptı birden, oğlan sarsıla sarsıla titriyordu. Birden sırayla ahşap eve dayandı. Bayıldı bayılacak. Acı rüzgâr da bir çarpıyordu ki sulusepkeni! Hemen sırtındaki gocuğu çıkarıp, kirli beyaz gömleğiyle nerdeyse donacak arkadaşının omuzlarına koydu.
"Sizin kötülüğünüz size kalsın. Bu dünya kimseye baki değil; Bugün siz zilsiniz, yarın ben kalabilirim. İnsan olan arkadaşını alarga tutmaz. Size pazar ola arkadaşlar, bana eyvallah. Polis benden ser alır, sır alamaz, korkmayın…"
Birkaç adım gitti, durdu, geri döndü:
"Yarın gocuğu Toz'un kahvesine bırakırsın!"
Acı rüzgâr, eski, harap İstanbul'un kararmış tahtalarına kaldırıp kaldırıp vuruyordu sulusepkeni.
Gocuğa sıkı sıkı sarınan, "Tüyelim!" dedi.
Kısa, kalın şaştı:
"Niye?"
"N’olur n’olmaz..."
"Boş ver yahu, Ahmet erkek çocuktur!"
"Ben tüyüyorum, bu iş yattı bende arkadaş!"
Adımlanın açıp oradan uzaklaştı. Kısa, kalın ardından utun uzun baktı. Bilirdi zaten bu tekerleğin kalleş olduğunu. Gocuğa sarınınca ısındı, sinirleri gevşedi...
Mahalleye onun gittiği yoldan gitmeyecekti. Adam mıydı o? Bundan sonra ne selam, ne de aleykümselam!
Caddeye çıktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder