Kompartımanda dimdik durmuştu. Bacakları yanlara açık. Elleri pantolon ceplerinde. Uzaklara bakıyordu. Uzaklarda deniz, süt mavisi, sıkıntılı, puslu. Havada mendil kadar bulutlar. Yer değiştirmezcesine. Evet ama sinekler, bu sinekler, dişli dişli bu karasinekler! Korkunç bir küfürle döndü, oturdu vagon kanepesine, sert sert kaşıdı sineğin dişlediği ayak bileğini. Sövdü, ana avrat sövdü, gıcırdattı dişlerini. "Allah belasını versin. Allah belasını versin!" "Kimin?” diye sordu kendi kendine. “Sineklerin!” diye karşılığını verdi. “Vermez ki!” “Niçin?” “Vermez de ondan…”
Karasinekler hazla uçuşuyorlardı oradan oraya. Hazla, çıldırmışçasına. “Bu haz, bu neşe nereden geliyor bunlara?” Sonra:
"Bunların başı ağrımaz mı? Sıtma tutmaz mı bunları? Dişleri? Kanser, verem, böbrek ağrısı? Siroz? Romatizma? Aralarında konuşmazlar mı bunlar? Çekiştirmezler mi birbirini birbirlerine?”
Yeni bir diş geçirmesi etine sineklerden birinin. Yanması canı. Kaşınması tatlı tatlı, sövmesi. Sonra dizine konan bir sineği çevik bir davranışla yakalaması: "Tuttum seni, tutsağımsın artık, kaçamazsın, ne yapsan boş, kaçamazsın. Domuz, canımı yaktın, yakacağım canını.”
Avucunda sinek. Kalktı. Uzaklarda deniz, yakınlarda kırmızı topraklar, yeşillikler içinde köşkler, Kızıltoprak. Görmüyordu. Kanadından yakalamıştı sineği. Sinek tek kanadıyla vızzz. Dönüyor, dönüyor, çırpınıyordu tek kanadıyla. Kaçamıyordu, kaçamayacaktı, kaçamazdı. Tutsaktı sinek, tutsak!
“Sana öyle bir ders vereceğim ki namussuz, kaçmak, kurtulmak istiyorsun, değil mi? Kaçamayacaksın, kurtulamayacaksın elimden!"
İki parmağının arasında çırpınan sinek.
"Farz et bıraktım. Ne olacak? Esenliğe kavuşacaksın. Sonra? Besbelli sonrası, beni gene ısıracaksın, değil mi?"
Hazla bakıyordu tek kanadıyla çıldırmışçasına çırpınan tutsağına. Keyifleniyordu. Salıvermek şimdi bunu. Kapandan kurtulmuş fare gibi yarı çılgın kavuşması esenliğe. Ama hayır, belki de dilleri vardı sineklerin, konuşurlardı kendi aralarında, insanların anlamadığı bir dille. Salıverse giderdi, derdi ki öteki sineklere:
“İnsanların elinden kaçtım!”
Belki de inanmazlardı:
“Ne belli?"
Birden, başka bir fikir geldi: Bacaklarını koparıp salıvermeliydi!
"O zaman," dedi, "o zaman olur işte. İnsanlar bacaklarımı kopardılar. Sonra da salıverdiler. Görüyorsunuz, insanlar böylesine gaddar, böylesine insafsız!"
Güldü. Kim bilir, belki de bunun üzerine sinekler şöyle bir karara varabilirlerdi: İnsanlardan kaçalım. Kaçmayacak olursak, bizim de bacaklarımızı böyle koparırlar!
Yeni bir sinek yakaladı, bacaklarını koparıp salıverdi.
Sonra bir daha, bir daha, bir daha...
Dalmıştı. Banliyö treni yeni bir istasyona girmiş, yolcu bırakıp yolcular almıştı. O hâlâ yeni yeni sinekler yakalayıp bacaklarını kopardıktan sonra salıveriyordu.
Dalmışa. Arkasından birden bir çocuk sesi:
"A... Anne, koskoca adam sinek avlıyor!"
Döndü: Beş yaşlarında, kumral, kıvır kıvır saçlı, cin bakışlı bir çocukla, kızına benzeyen pırıl pırıl bir anne. Kızardı, kıpkırmızı kesildi. Güzel kadın tiksintiyle bakıyordu. Midesi bulanmış olabilirdi. Kibarca çekildi kıyıya, kibar bir eğilişle, "Buyursunlar hanımefendi!" dedi.
"Hanımefendi," çok yakışıklı bulmuştu adamı ama, ne oluyordu art arda yakaladığı sinekler? Koskoca adam, çocuk gibi, yaramaz bir çocuk gibi sinek avlıyor, bacaklarını koparıp salıveriyordu.
Kompartımana girdi.
Cin bakışlı oğlan annesinin yanından, karşılarında oturmakta olan "sinek avcısı”na gülerek bakıyordu. Çocuk o kadar güzel, öylesine şirindi ki, adam da gülümsedi. Çocuk bunu bir yakınlık saymıştı. Sağ gözünü usulcacık kapayıp açtı. Adam da sağ gözünü kapayıp açmakla karşılık verdi. Çocuğun cesareti büsbütün arttı. Bu sefer iki gözünü kapayıp açtı. Adam da. Çocuk dilini çıkardı, adam da. Çocuk böö yaptı. Adam da yapacaktı, güzel anne, Tuuunç!" dedi.
Tunç annesine baktı:
"Ne var?”
“ Çok ayıp!"
Çocuk üzerinde durmadı. Aklı fikri böö yaptığı adamda. Birden gözüne adamın yakasındaki bir hayır cemiyetinin ufacık rozeti ilişti. Rozetin iri, mavi harflerini sarmaş dolaş olmuş sineklere benzeterek sordu:
“O ne?”
Güzel anne:
"Hangisi?"
Çocuk annesinin yanından kaydı, adamın yanına gitti, parmağıyla rozete dokundu:
“Bu?"
Adam, güzel anneye hafifçe gülerek, "Rozet!" dedi.
Çocuk gene sordu:
“Ne rozeti?”
"Uzman rozeti!"
"Uzman ne demek?"
"Mütehassıs demek..."
"Mütehassıs ne demek?"
Adam şöyle bir düşündü. Bu arada güzel anneye bakıyordu. Güzel anneyse bakışlarını kompartıman penceresinden dışarlara, dışarların kırmızı toprakları üzerindeki yeşilliklere, yeşillikler arasında gömülmüş zarif köşklere, daha uzaklardaki mavi denize çevirmişti.
“Yani uzman!”
"Uzman ne demek?"
Güzel anne başını sertçe çevirdi oğluna:
"Beyefendiyi rahatsız etmesene oğlum!"
Beyefendi fırsatı kaçırmadı:
"Aman efendim, bilakis. Maşallah çok zeki!"
Güzel anne memnun, gülümsedi.
Adam ipin ucunu bırakmak niyetinde değildi:
"Çok da güzel ve şirin!"
"Öyle mi efendim?.."
"Beyefendi ne işle meşguller?"
Kadının yüzü buruştu. Taahhüt işlerine kendini kaptırmış, herkesin güzelliğinden söz açtığı, zekâsını göklere çıkardığı karısinin farkında değildi. Para, pul, hususi araba, apartman...
"Taahhüt işleriyle meşgul efendim."
“Demek oğlunuz babasına çekmiş!"
Kadın isyan edercesine:
“Ne bakımdan efendim?"
"Zeki, yakışıklı..."
"Kocam aptalın biridir!"
Çocuk gene ta gerilerde kalmış sorusuna donuverdi:
"Uzman ne demek?"
Güzel anne anlayışsız, taahhüt işlerine kapanmış kocasının, aptal kocasının övülmesine büsbütün içerlemekten gelen bir sinirlilik içindeydi. "Uzman ne demek?" diyen oğluna dikkat bile etmedi. "Kocam aptalın biridir!" güme mi gitmişti yoksa?
"Evet evet, aptalın, budalanın biri! Düşünün beyefendi, bir kadın, isterseniz gırtlağına kadar mala mülke gömün..."
Çocuk, adamın yakasına yapışmış, sarsıyordu:
“Hişt, hiişt, hişt bee!"
Adam güzel annenin harika ela gözlerine dalmıştı. Gözlerini genç kadının al al yanaklarıyla ela gözlerinden ayırmadan, "Ha?" dedi.
"Bunlar sinek mi?"
Baştan savmak istedi:
"Evet.”
"Ne sineği?"
Kadının yalnız gözleri, yalnız yanakları değil, bakışları, canlı saçları da harikaydı.
"Ha? Ne sineği?"
"Karasinek!"
"Zekâdan hiç nasibi yoktur kocamın, aptalın biridir!”
"Demin tuttuklarından mı?"
“Evet.”
“Sonra çirkindir de kocam, çok çirkindir!”
“Niye tutuyordun sinekleri?”
"O hâlde yavrunuz hem zekâsını, hem de güzelliğini sizden…”
"Ha? Ha be?"
"Tuuunç!"
"İlişmeyin efendim, sorsun. Ne diyorsun yavrum?"
"Sinekleri niye tutuyordun?"
"Tutuyordunuz desene, terbiyesiz!"
"Rica ederim, ilişmeyin. İstediği gibi sorsun..."
"Yalnız bu huyu babasına çekmiş. O da böyle, hiç tanımadığı insanlarla hemen senlibenli oluverir. Yerlere geçerim!"
“Niye tutuyordun sinekleri?"
Genç anne soruverdi:
“Siz neyle meşgulsünüz beyefendi?"
Tam sırasıydı:
"Uzmanım efendim," dedi. "Mütehassıs yani. Karasineklerin yok edilmesi üzere milletlerarası değerde etütlerim var!"
Kadın hiçbir şey anlamadığı hâlde, "Yaa!" dedi.
Çocuk:
“Ha? Ha be? Niye tutuyordun sinekleri?"
Çocuğa belli etmemeye çalıştığı bir öfkeyle baktı:
"Tecrübe yapmak için!" dedi.
Bu sefer de:
"Tecrübe ne demek?"
"Deney demek yani…”
Güzel anneye çevirdi bakışlarını:
"Sineklerin kendi aralarında konuştukları dili bilir misiniz?"
"Deney ne demek?"
"Demek sinekler de kendi aralarında konuşurlar?"
"Tıpkı bizler gibi. Sonra da zekâ ve aptallık farkı vardır. Bir gün atölyeme teşrif ederseniz, size karasinekler arasındaki kıskançlık kavgalarıyla, dedikodular üzerinde örnekler gösterebilirim!"
“Deney ne demek diyorum be!”
"Sahi?"
"Eğer arzu ederseniz!"
"Ben onların dillerini bilmem ki?"
"Ulan deney ne demek, hayvan!"
"Dil meselesi gayet basit. Siz gelin atölyeme, bekleyeceğim!"
"Nerede, bilmiyorum ki?"
Kartının arkasına bir arkadaşının daha çok tavladıkları kan kızları düşürmekte kullandıkları yazıhanesinin adresini yazıp uzattı:
"Yarın?"
"Yarın terziye gideceğim."
"Öbür gün?"
"Öbür gün olabilir. Öğleden sonra. Çok merak ettim. Demek sinekler arasında da..."
"Öyle enteresan kıskançlık sahnelerine şahit olmak mümkün ki. Efendim, son İtalya seyahatimde..."
"Hayvaaan, hişt hayvaaaaaaan!"
"Demek İtalya'daydınız?"
"İtalya, Fransa, İngiltere, ta Norveç'e kadar şöyle bir uzandım. Konferanslar verdim..."
"Hayvaaaaaaaaaan!"
"Kocamın bir uzman olmasını ne kadar isterdim."
"Ben de karımın çok güzel, çok zeki!"
"Sen hayvanoğlu hayvansın!".
"Çok güzel, çok zekî olmak, fakat kocası tarafından anlaşılmamak ne fena, değil mi?"
"Talihsizlik."
Gözleri dolu dolu, kalktı.
Tren istasyona ağır ağır giriyordu. Kadın inecekti. Dolu dolu gözleriyle adama baktı. Adam da ona. Bakışlarıyla konuştular. Anlasalar. Sonra kadın memnun, oğlunu elinden çekerek trenden hızla indi.
Tren ağır ağır yürüyordu önlerinde. Vagon penceresindeki adama el salladı. Adam da ona. Çocuk bağırdı:
"Hayvanoğlu hayvaaaaaaaaaaaaan!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder