13 Ağustos 2008

Taş

Omuz omuza şaraphanenin sigara dumanı denizinde, eliyle, koluyla konuşuyor. Herkes ama herkes konuşuyor. Dinleyen yok. Şarapçı, kapıdan girince ta karsıda. Yüksekçe bir yerde durmuş. Tekel boyu şişelerin tıpalarını açıp müşterilere sunmaya yetişemiyor. Tekel boyu şişe, mezesiz falan, iki buçuk teklik. Şarapçının sağında, solunda, en çok da karşısında köfteci dükkânları. Çık şaraphaneden, git canının istediğine, yiyebileceğin kadar söyle, az sonra eli yüzü yağ içinde, önlüğü leş bir garson getirsin. Meze, şarapçıyı hiç ama hiç ilgilendirmez. O, yani şarapçı, meze adına kocaman bir çanaktan bir tutam tuz verir. Birde, sesleri konuşma kertesini aşan sulu müşterilere önce ters ters bakar, sonra ihtar eder. Sökmedi mi, yanına geliverir, tutar yakasından, haydi dışarı.
Şaraphanenin tavanı çok yüksektir. Badanaları yer yer dökülmüş duvarlar kir pas içinde. Kir pas içindeki duvarlarda da Trikopis'in kılıcını teslim edişi. Çok eski bir taşbasma resimdir bu. insana İzmir Marşı'nı hatırlatır. Kalpaklı, kabalaklı askerler, yorgun, yaralı askerler, bıyıkları düşmüş, terli askerler, dolakları* kanlı askerler, ama askerler, hep askerler... Sonra daha ustaca çizilip gene taşbasmayla basılmış, daha sonralara ait resimlen İngiltere Kralı VIII. Edward'ın İstanbul'a gelişi. Kayıktan mı, motordan mı çıkmasına yardım eden Atatürk'ün kibar davranışı. Misafirini araçtan rıhtıma çıkarışı... Daha sonra daha başkaları: Rıza Şah Pehlevi ile Atatürk. Bir masa başında karşılıklı kahve içişleri. İkisi de memnun. Yalnız Rıza Şah, kocaman, bembeyaz bıyığıyla daha ağırbaşlı değil de, kendini öyle sanır hâlde. Sanki bıyığını kestiği için Atatürk'e kızgın değil, kırgın da değil, "Kcsmesen daha iyi olurdu be Kemal!" der gibi.
Şaraphanenin arı kovanını hatırlatan uğultusu içinde bir ara bir şarkı yükseldi:
Hayal oldu o demler
O tatlı eğlenceler.
Şarapçının hiç ama hiç şakası yok:
“Kees!”
Şarkı, şıp, kesildi. Kesildi ama, ardından:
“Oooof Allah of!”
Herkes ona baktı. Şarapçı iyice içerlemişti:
"Çüş," dedi. "Ayı oğlu ayı!"
Kartondan oyulup çıkarılmış Karagöz modelleri gibi ince belli, ince, uzun kollu biri yerden temennalarla tezgaha yaklaştı:
"Efkârlıyım be Memet Ağabey, bakma kusuruma be ağabeyciğim."
Şarapçı yeniden bir, "Keees!" çekti.
Karagöz mü, Hacivat mı yapılı adam, gene yerden temennalarla:
"Kestim Memet Ağabey. Fakat bana bu kes diyen sen olmasan da..."
"Fazla konuşmasana lan!"
"Konuşmuyorum Memet Ağabey. Sana karşı sonsuz saygım var, bilirsin..."
"Ulan..."
Kendi kendine:
"Peki ulan kayarto, alacağın olsun. Ben de Yandım Ali'ysem..."
“…”
"Memet Ağabey, bi şişe versene oradan!"
"Tosla iki buçuğu, sonra..."
Yalvarmaya başladı, büktü boynunu:
"Yok be Memet Ağabey, şerefsizim meteliğim yok. Na, ara istersen üstümü. Anam avradım olsun haşa minelhuzur yok!"
"Yoksa, al voltanı!"
"Doğru, burası söğüt gölgesi değil, çakıyorum ama, gidemem ki Memet Ağabey. Bir şişe daha iyi etmezsem, hava. Bütün gece sokaklarda gez Allah, gez! Onun için, kurban olurum sana Memet Ağabey..."
Şarapçının dediği dedikti:
"İki buçuk..."
"Yarın bir işte çalışacağım Memet Ağabey, avans verecekler. Tak, senin iki buçuğu..."
"Yarın iki buçuk getir, eyvallah..."
"Amman Memet Ağabey."
“Kees!”
Eliyle ağzım siliverip belden kırma bir eğilişten sonra:
"Kestim ağabeyciğim. Kestim ama…”
Şarapçı onunla uğraşacak değildi ya. Tezgâhtan indi, geldi yanına, desteledi iki yakasından, hoop, şaraphanenin kapısından dışarı.
Yandım Ali kapının tam yanında durdu. Göğe baktı, yıldızlara. Yıldızlar donuk donuktular. Yerler kar içinde. Ayaz da bir kesiyordu ki... iyi ama, şeriata sığar mıydı bu? Dine, imana, Müslümanlığa, Allah'a, kitaba sığar mıydı? "E ulan Memet, alacağın olsun ulan kayarto diye geçirdi. "Bu dünya sana da kalmaz. Bir şişe, bir şişe şarap be Allahsız. İki buçuk alt tarafı. Vaktiyle sen yolsuzdun, ben iyiydim. Sana böyle mi yaptıydım ulan? Ceplerim ellilik, yüzlük dolu. O Boğaz gezmeleri, pavyon âlemleri, karılar…”
Önünden uyuz bir köpek geçti. "Şuna benzedik. Ulan fena da kesiyor hava be! Lakin Memet, peki, alacağın olsun. Paltoyu kumarda kaybetmeseydim. Lakin şaraphane bayağı sıcaktı. Yeniden girsem mi? Olmaz. İte benzer hergele. Dışarı attığını bir daha içeri almaz. Almayınca dayatmak lazım. Şaraphane halkına karşı rezil olurum. Çıkmak erkekliğe sığmaz, çıkmamak için erkeklik ister. En iyisi…”
Kaldırımın önünde iri bir taş gözüne çarpmıştı. Onu alsa, beklese. Dese ki şaraphane kapanırken: "Ulan Memet, sen bana o biçim konuşacak adam mısın? Beni ne hakla şaraphaneden attın?"
Şarapçı Memet üstüne mi yürürdü? Elindeki taşla suratına bir tane. Kan içinde yuvarlanırken, toparlasa palamarı. Polis, karakol falan deyinceye kadar, alır voltasını. Zaten İstanbul'da duruculardan değil. Çeker gider, Edirne mi olur, Kırklareli mi...
Yahut başka bir şey yapardı ki, bu aklına daha da yattı: "Hiç sesimi çıkarmam. Elimde taş, beklerim. Şaraphane paydos olur, bütün müşteriler alırlar voltalarını. Şarapçı en sonra çıkar. Dükkânı eğilip kilitlerken, kalasına vurdum mu, anlamaz enayi kimin vurduğunu!”
Yukardaki donuk yıldızların ışığıyla gözleri parladı. Tamamdı, tamam. Bu en iyisiydi. “İnek, o kadar insanın içinde tut yakamdan, hooop, kapı dışarı. Ulan ben sana ekmek verdim, ekmek! Sen kaç paralık adamsın da beni kapı dışarı ediyorsun? Kafanın pekmezini akıtayım da gör!"
Gece gittikçe soğuyarak derinleşip gidiyordu,
Arkasındaki elinde iri taş, bekliyordu. İyi kötü bir gazetede çalışıyordu üç yıl önce. Bu şarapçı da zildi o zamanlar. Aliciğim, Aliciğim diye yanından ayrılmazdı. Gazetecilik dümeniyle lokantalarda, daha çok pavyonlarda afi kesiyorlardı. Yiyor, içiyor, çokluk mangır vermeden alıyorlardı voltalarını. Sonraları işlere şet el atmış, çaresiz kalmışlardı.
Gecenin on ikisine doğru müşteriler çekip gitmişlerdi. Yandım Ali elinde taş, nerdeyse soğuktan kıkırdayacaktı ki, içerinin elektriği sönüverdi. Az sonra da şarapçı dışarı çıktı. Dükkânının kepengini indirip kilidi takacaktı ki, dükkân kapısının yanında birinin dikildiğine dikkat etti. Yaklaştı: Yandım Ali'ydi.
"Ne o lan? Ne bekliyorsun?"
Yandım Ali'nin elinden taş yere düştü. Şarapçı her şeyi anlamıştı.
"Yaa?" dedi. "Demek beni taşla..."
Bir tokat, bir tekme. Yandım Ali yuvarlandı. Yuvarlandığı yerden yalvarırcasına durmadan söyleniyordu:
"Vurma Memet Ağabey... Bilirsin, sana sonsuz saygım var. Vurma. Taş, taşı, vallahi taşı başka maksada elimde tutuyordum, billahi başka maksatla ha..."
Bir bekçi düdük öttürerek geldi.
*Tozluk yerine bacaklara ayak bileğinden dize kadar dolanan ensiz ve uzun kumaş parçası.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder